25 Mart 2009 Çarşamba

(Kısa Kısa) Felsefe Tarihi, Alfred Weber

Bugün yazmak istediğim konu yavaş yavaş okuduğum kitapta yer verilen, Schopenhauer'in atası olarak kabul edilen, Hegesias ile içinde bulunduğu dönemi.

Hegesias'ın oluşturduğu akıma ilk yol açan Aristippos, hayatın amacının haz olduğunu ama bu hazzında bir saniyelik değil, devam eden sevinçten ve sürekli hal olarak ahlaki memnunluktan oluştuğunu belirtmektedir. İşte bu akım Hedonizm olarak tarihte yerini alır. Aristippos "kendimi eşyaya değil, eşyayı kendime bağımlı kılmaya çalışıyorum" diyerek tüm davranışlarımızda aklımızın isteklerimizin önünde olması gerektiğinide belirtiyor.

Aristippos'un Hedonizm akımını öğrencileri geliştirmeye devam etmişlerdir. Hegesias, Hedonizm üzerine yaptığı değişik açıklamalarla "peisithanatos" yani "intihara sürükleyen - ikna eden" lakabını kazanır. Hegesias, hayatta keder ve kötülüklerin görece mutluluklardan çok daha fazla olduğunu, zaten bu öğeler olmadan elde edilecek mutluluğunda sadece kuruntuya yol açacağını belirtir. Burada Hegesias'ın öncülü Aristippos'tan keskin bir şekilde ayrılır ve böyle bir düzen içerisinde hayatın amacının hiçbir şekilde elde edilemeyeceğini söyleyip, hayatın değersiz olduğu sonucunu çıkarır. Böylece, lakabını kazanmasını sağlayan önermesine de kavuşur: "Nihayet, şu halde ölüm hayata tercih edilmelidir, çünkü negatif mutluluk, elemin mutlak olarak ortadan kaldırılmasından ibaret bulunduğuna göre, hiç olmazsa o bize mümkün olan biricik mutluluğu verir." Hedonizm'in bu radikal yorumu "Pesimizm" adıyla anılmaktadır.

Pesimizmin karşıt akımı olarak ise İdealizm alınabilir zira İdealistler hayatta daha yüksek bir amaç, erdemin kazanılması gerektiğine inanarak, hayatın tek başına olmasa da yüksek amaca ve erdeme ulaşmak için bir araç olarak değerinin var olduğunu inanırlar.

İdealizmin bir başka radikal yorumuda Kinizm olarak ortaya çıkarki, Kinikler hazzın bir kötülük olduğunu, maddi ve zihni bütün zevklerden kendilerini tamamıyla uzak tutmak sayesinde ancak erdemli olunabileceğini öne sürmüşlerdir.

Böylece Schopenhauer'in temel düşünce oluşumlarının nerelerden kaynaklandığını görmüş olduk...

12 Mart 2009 Perşembe

Varoluşçu Psikoterapi, Irvin Yalom, Sonuç

Kitabı bitireli iki hafta oldu. Ancak toplayabildim notlarımı. Beğenirseniz notları, okumanızı tavsiye ederim...

Nevroz varolmaktan kaçınarak, varolmamaktan kurtulmanın bir yoludur. – Paul Tillich

Sorumluluğun farkında olmak, kişinin kendi özünü, kaderini, hayat durumunu, duygularını ve hatta acı çekişini yarattığının farkında olmaktır.

Birey oradadır, ama aynı zamanda orada olan şeyide oluşturur. – Heidegger

Bilmek ve eyleme geçmemek, hiçbir şey bilmemektir. – Japon Atasözü

İnsan hayatından sorumlu olduğu derecede yalnızdır. Sorumluluk yaratıcılığının farkında olması bir başka yaratıcı ve koruyucu olduğu inancını bırakması anlamına gelir. Derin yalnızlık, kendini yaratma hareketinin yapısında vardır. İnsan evrenin kozmik kayıtsızlığının farkına varır. Belki hayvanların bir çoban ve barınağa dair hisleri vardır, ama kendinin farkında olmayla lanetlenen insanoğlu varoluşa maruz kalmak zorundadır.

Bildik olandan uzaklaşma. Biz yalnızca kendimizi oluşturmakla kalmaz, onu oluşturduğumuzu gizleyecek şekilde biçimlendirilen bir dünya da yaratırız. Varoluşçu yalıtım, “maddelerin hamurunun,” dünyanın temel taşının içine işler. Ama her biri kişisel ve kolektif anlamlarla dolu dünyevi yapı katmanlarının altına öylesine gizlenmiştir ki, biz yalnızca sıradanlık, tekdüze etkinlik, “onlar” dünyasını yaşarız. Bildik nesneler ve kurumlar, içinde bütün nesnelerin ve varlıkların birçok kez birbirine bağlandıkları “içinde evindeymiş gibi hissedilen” sabit bir dünyayla çevrelenmişiz. Sıcak, bildik bir ait olma duygusuna sokulmuşuz; başlangıçtan beri varolan geniş boşluk ve yalıtım dünyası gömülmüş ve sesi kesilmiştir, yalnızca kabuslar ve mistik hayallerde kısa patlamalarla seslerini çıkarırlar.

Fakat gerçekçilik perdesinin bir an için açıldığını ve bizim arkaplandaki mekanizmayı gördüğümüz anlar vardır. Kendisi hakkında düşünen her bireyin yaşadığına inandığım böyle anlarda, nesneler anlamlarını yitirdiğinde, semboller parçalandığında ve insan kendini “evindeymiş gibi” hissettiği rahatlıktan koparıldığında ani bir bildik olandan uzaklaşma ortaya çıkar. Albert Camus ilk eserlerinden birinde, yabancı bir otel odasındayken yaşadığı böyle bir anı anlatmaktadır.

İşte tabelalarını bile okuyamadığım bir şehirde savunmasızım... Konuşacak bir arkadaşım yok, kısa süre sonra oyalanacak bir şeyim de kalmayacak. Yabancı bir şehrin seslerinin nüfuz ettiği bu odada, hiçbir şeyin beni bir evin ya da sevilen başka bir yerin daha sevgi dolu ışığına çekmeyeceğini biliyorum. Birine seslenecek miyim? Bağıracak mıyım? Yabancı yüzler görünürdü. Şimdiyse kalbin cansızlaştığı, yavaşça yükselip anksiyetesinin soluk yüzünü açtığı bu alışkanlık perdesi, jest ve sözcük dokusunun rahatlığı var. İnsan kendisiyle yüz yüze: Mutlu olması için meydan okurum ona... – Alber Camus, La Mort dans l’ame.

Böyle derin varoluşsal acı anlarında insanın dünyayla ilişkiderinden sarsılır. Oldukça başarılı, sıkı bir yönetici olan hastam böyle bir olay tarif etmişti: yalnızca bir kaç dakika sürmüştü, ama o kadar güçlüydü ki canlılığını kırk yıl sonra bile yitirmemişti. Oniki yaşında açık havada uyuyordu, gökyüzüne bakarken birdenbire yeryüzünden ayrıldığını ve yıldızların arasına süzüldüğünü hissetmişti. Neredeydi? Nereden geliyordu? Tanrı nereden gelmişti? Birşey (hiçbirşeyden çok) nereden gelmişti? Yalnızlık, çaresizlik ve zeminsizliğin etkisi altında kalmıştı. Hayat boyu süren kararların bir anda alındığına inanmasam da, hastam bir daha bu duyguyu hiç hissetmemek için kendisi ünlü ve çok güçlü yapmaya orada ve o zaman karar verdiğinde ısrar ediyordu.
Maslow’un temel görüşlerinden biri bireyin temel motivasyonun “eksiklik” ya da “gelişime” yönelik olduğudur. Psikonevrozların, hayatın erken dönemlerinde başlayarak belirli psikolojik “gereksinimleri” –yani, güvenlik, ait olma, özdeşleme, sevgi, saygı, prestij yerine getirme eksikliğinden doğan bir eksiklik hastalığı olduğunu düşünmektedir. Bu gereksinimleri doyurulan bireyler gelişme yönelimlidir: olgunlaşma ve kendini gerçekleştirme için doğuştan getirdikleri potansiyellerini gerçekleştirebilirler. Gelişme yönelimli bireyler, pekiştirme veya haz elde etmek için çevrelerine çok daha az bağımlıdırlar. Başka bir deyişle, onları yöneten belirleyiciler sosyal ya da çevresel değil içseldir:

Kendi iç doğalarının yasaları, potansiyelleri ve kapasiteleri, yetenekler, gizli kaynakları, yaratıcı içtepileri, kendilierini tanımak ve gittikçe daha bütün ve birleşik hale gelme, gerçekten ne olduklarının, gerçekte ne olmak istediklerinin, mesleklerinin ya da görevlerinin veya kaderlerinin ne olacağının gittikçe daha çok farkına varma gereksinimi. – Abraham Maslow, Toward a Psychology of Being
Gelişmeyle güdülenenle eksiklikle güdülenen bireylerin farklı kişilerarası ilişki şekilleri vardır. Gelişmeyle güülenen birey daha az bağımlıdır, diğerlerine daha az borçludur, diğerlerinin övgü ve şefkatine daha az muhtaçtır, onur, prestij, ve ödül için daha az kaygılıdır. Sürekli kişilerarası gereksinim tatmini istemez ve aslında, bazen diğerleri tarafından engellendiğini düşünür ve bazı mahremiyet dönemlerini tercih eder. Sonuç olarak, gelişmeyle güdülenen birey diğerleriyle bazı şeyler tedarik eden bir kaynak olarak ilişki kurmaz, onları karmaşık, eşsiz, bütün varlıklar olarak görür. Diğer taraftan, eksiklikle güdülenen bireyler diğerleriyle faydalılık bakış açısından ilişki kurar. Diğerinin algılayanın gereksinimleriyle bağlantılı olmayan yönleri ya hepten gözden kaçar ya da sinirlendirici veya tehdit edici olarak görülür. Bu nedenle, Maslow’un dediği gibi, sevgi başka bir şeye dönüşür ve bizim “inekler, atlar, koyunlar, garsonlar, taksi şöförleri, hamallar, polisler veya kullandığımız diğerleriyle” olan ilişkilerimize benzer.
Buna uygun olarak, Maslow, bu iki tip motivasyonla uyumlu iki tip sevgi tanımlar: “eksiklik” ve “gelişme”. “E-sevgisi” (eksiklik sevgisi), “bencil sevgi” veya “sevgi gereksinimiyken” “V-sevgisi” (diğer insanın varlığını sevmek) “gereksinim duymayan” ya da “bencil olmayan” sevgidir. V-sevgisinin sahiplenici olmadığını ve gereksinim duymaktan çok hayran olmak olduğunu düşünür; E-sevgisine göre daha zengin , “daha yüksek” ve daha değerli bir öznel yaşantıdır. E-sevgisi memnun edilebilir, oysa “memnun etme” kavramı V-sevgisine hiç uymaz. V-sevgisi içinde en az oranda anksiyete-düşmanlık barındırır (fakat kuşkusuz diğeri için anksiyete olabilir). V-sevgilileri birbirlerinden daha bağımsızdırlar, daha özerktirler, daha az kıksançtırlar ya da daha az tehdit hissederler, daha az gereksinim duyarlar, daha dürüsttürler, ama aynı zamanda diğerinin kendini gerçekleştirmesine daha fazla yardımcı olur, diğerinin başarılarından daha fazla gurur duyar, daha yardımsever, cömert ve destekleyicidirler. Derin anlamıyla V-sevgisieşi yaratır, sürekli gelişimi güçlendiren kendini kabulü ve sevginin değerliliği duygusunu sağlar.

Eric Fromm, Sevme Sanatı. Fromm’un başlangıç noktası insanoğlunun en temel kaygısının varoluşsal yalıtım olduğu, ayrılığın farkındalığının “bütün anksiyetenin kaynağı” olduğu ve bizim en önemli psikolojik görevimizin çağlar boyunca ayrılığın üstesinden gelmek olduğu şeklindedir. Fromm çözüm önerisinde birkaç tarihi çabayı tartışmıştır: yaratıcı etkinlik (sanatçının malzeme ve ürünle birleşmesi), heyecansal durumlar (dinsel, cinsel, uyuşturucu kökenli) ve grubun adet ve inançlarıyla uyum. Bütün bu çabalar yetersiz kalmıştır.
Üretken (yaratıcı) işte birlik kişilerarası değildir; heyecansal birleşmede başarılan birlik geçicidir; uyumla başarılan birlik yalancı birliktir. Bu nedenle bunlar varoluş problemine kısmi yanıt oluşturmaktadırlar. Tam yanıt kişilerarası birlikte, başka bir insanla birleşmede, sevgide yatmaktadır. – Eric Fromm, Art of Love

Sevgi, ayrılığımızı yok etmez – ayrılık varoluşun bir getirisidir ve yüzleşilebilir, ama yok edilemez. Sevgi ayrlık acısıyla en iyi başa çıkma tarzımızdır.

Bütün sevgi şekilleri ayrılık acısına eşit derecede iyi karşılık gelmez. Fromm “ortak yaşamsal birleşmeyi” – düşmüş sevgi şekli – “olgun” sevgiden ayırmıştır. Etkin (sadizm) ve edilgen (mazoşizm) şekli içeren ortak yaşamsal sevgi, iki tarafın da bütün ve özgür (bunu bir sonraki bölümde yanlış uyuma yönelik sevgi şekilleri arasında tartışacağım) olmadığı bir birleşme şeklidir. Olgun sevgi, “insanın bütünlüğünü, bireyselliğini koruma koşuluyla birleşmesidir... Sevgide iki varlığın bir haline gelmesi, ama iki olarak kalması açmazı ortaya çıkmaktadır.”
Anlamsızlık. Bir işle meşgul olan mutlu bir moron grubunu düşünün. Açık bir alana tuğla taşıyorlar. Tuğlaların hepsini alanın bir ucuna dizer dizmez, bunları karşı tarafa taşımaya başlıyorlar. Bu hiç durmaksızın devam ediyor ve yılın her günü aynı şeyi yapmakla meşguller. Bir gün moronlardan bii kendi kendine ne yaptığını soracak kadar duraklıyor. Tuğlaları taşımanın ne gibi bir amacı olduğunu düşünüyor. O andan itibaren yaptığı işten daha önce olduğu kadar mutlu değildir. Ben neden tuğlaları taşıdığını merak eden moronum.
Hayatta bir anlam göremediği için kendisini öldüren ümitsiz bir kimse tarafından yazılan bu intihar notu, bu son sözler gerçekten ölüm kalım meselesi olan bir soruya yalın bir giriştir.
Soru birçok şekil alabilir. Hayatın anlamı nedir? Benim hayatımın anlamı nedir? Neden yaşıyoruz? Neden buraya konduk? Ne için yaşıyoruz? Eğer ölmeliysek, eğer hiçbir şey kalıcı değilse o halde her şeyin ne anlamı var?

Çok az insan bu tür sorularla, hayatının büyük bir kısmında anlamsızlıkla uğraşan Leo Tolstoy kadar büyük bir işkence yaşamıştır. Yaşadığı deneyim (İtiraflarım’dan bir parça) bizim yolumuzu açacaktır:

Beş yıl önce garip bir zihinsel durum başladı bende: sanki nasıl yaşayacağımı, ne yapacağımı bilmiyormuşum gibi şaşkınlık ve tıkanma anları yaşadım...Bu hayat tıkamaları kendini hep aynı soruyla sundu bana: “neden?” ve “ne için?”... Bu sorular gittikçe artan bir ısrarla yanıt istediler ve tek tek noktalar gibi gruplaşarak kara bir leke halini aldılar. – Leo Tolstoy, My Confession, My Religion, The Gospel in Brief

Sartre dünyanın anlamsızlığıyla ilgili görüşünde bu yüzyıldaki hiçbir filozofun olmadığı kadar uzlaşmaz olmuştur. Hayatın anlamsızlığıyla ilgili görüşü kısa ve acımasızdır: “Bütün varolan şeyler bir neden olmaksızın doğarlar, zayıf bir şekilde yaşamaya devam ederler ve kazayla ölürler. Doğuşumuz anlamsızdır, ölüşümüz anlamsızdır.” – Jean Paul Sartre, Questions about the Meaning of Life