26 Aralık 2011 Pazartesi

Bir Pazar


6 Aralık 2011 Salı

Haki Paltolu Siyah Fötr Şapkalı Yaşlı Adam Yavaş Yavaş Yürüyordu...

Sabah olmuştu geçirdiği 85 küsur yıldaki, yaklaşık 31.200 günkü gibi . Tam şekerleme vakti. Boyanmamaktan sarıya çalan ama yirmi beş yıl önce oğlunun yaptığı son boyasıyla beyaz olduğunu dün gibi hatırladığı odasının duvarlarında göz gezdirdi. Her seferinde uyumadan önce yaptığı gibi; yine eşinden kalan son yadigar olan yarısı mavili yarısı kırmızılı battaniyesini üzerine çekiverdi yavaşça. Mışıl mışıl uykusuna dalmadan önce son kez gözlerini araladı ve her an onu gördüğünden emin olduğu yaratıcısıyla; eğer bir nedeni varsa tekrar uyanması konusunda fikir telakkisi etti. Gözlerini kapadı ve sanki hiç uyumamış gibi öğlen ışıklarının altında, İstanbul'un Mecidiyeköy'ünde pek de eskisi gibi kendi mevsim tahminlerine uyduramadığı ama her gün okuduğu Milliyet'ten emin olarak bildiği 2011 yılının, Kasım ayının, parçalı bulutlu ama yağışsız 27. gününe gözlerini açtı.

Her öğlen olduğu gibi yine eşiyle geçirdiği yıllardan kalma çaydanlığında demlediği çayını; ince belli bardağında, yanında iki dilim ekmeği ve üzerinde hiç vaz geçemediği Sana yağıyla milyonlarca kelime dökülmüş olan dudaklarından içeri gönderi verdi bir güzel midesine. Artık kilolu da değildi nasıl olsa. Yeme bu kadar artık derdi her sabah esmer eşi, dudaklarının kenarından süzülen erimiş tereyağına bakıp, sen daha bu yaşta hakim olamıyorsun ağzının suyuna, yaşlanınca ne yapacaksın bakalım, deyip bir yandan da karşısındaki eşine çocuğuna bakar gibi tebessüm ederdi. Yalnız gelip geçen günler neyse de; en çok da bu hatıraları aklına üşüştüğünden midir nedir, o zamanlar hüzünlenir, gözleri dolardı; güzeller güzelinin bahçesine, narin elleri ile diktiği ve kendi durdukça kestirmemeye ant içtiği incir ağacını izlerken kahvaltı masasının hemen yanındaki mutfak penceresinden.

Hadin bakalım dedi, kendi kendine gülerek. Madem kaldırdı bugün beni bizim ki, o zaman yine vardır bir hikmeti deyip, yıllar boyunca işe giderken eşini nasıl tatlı bir sinir krizine sokuyorsa salaş giyinme usulüyle bu seferde tam zıttı bir şekilde, onsuz geçen son on yıldır yaptığı gibi yine önce kendi elleriyle, çok muntazam olmasa da, bu yaşta biri için son derece iyi görünen, ütülediği gömleğini sırtına geçirdi. Eşi ile Beyoğlundan aldığı günü bu sabahmış gibi hatırladığı takımın paltonunu da bacaklarından geçirip, maarif mektebinde bir öğrencisinin hediye ettiği ve hala iş gören el yapımı demir tokalı kemerini pantolonun her iliğinden sırayla geçirerek takı verdi.

Hızlı değildi belki haraketleri. Ama 85 yılın verdiği yaşanmış anların ağırlığı ile yine de son derece rahat haraket ediyordu. Üzerine geçirdiği siyah ceketinin tam da kalbinin üzerine gelen köşesinde oğlundan kendisine armağan kalan şehit madalyası ilk gün taktığı gibi onurla ışıldıyor ama bir o kadar da taze taze yakıyordu yüreğini. Eşinin omzuna uzun saçlarını dökerek; bağırmadan, çağırmadan, sükunetle döktüğü ilk göz yaşlarının bir birikimi olan bu madalyayı ve kendince onu her gün gördüğünden emin olduğu oğlunu, Aslan'ını hala anmasının bir aracı olarak görüyordu artık onu. Yoksa o gün, bir Temmuz akşamı, oğullarının, İstanbul Teknik'de okutup Mühendis ettiği yavrularının, Asteğmen olduğu Diyarbakır'ın karlı bir dağında şehit edildiği haberini vermeye gelen Yarbay Muhsin tarafından getirildiği anki kadar büyük bir acı taşımıyordu onun için artık bu madalya.

Eşinin sana çok yakışıyor dediği siyah fötr şapkasını, akları yıllar önce düşmüş olan saçlarının üzerine, yine onu tatlıca kızdırmak için tezat olsun diye giymeyi adet edindiği haki paltosunu da ceketinin üzerine geçiri verdi. Düz ayak, camlı antresinden dışarı çıkıp, incir ağacınıda geçince, koca İstanbul'un milyonlarının ortasında, yanından haldır haldır günün telaşı içinde birbirlerinin gözünün yaşına bile bakmadan, adeta karşısındakini ayaklarının altında çiğneyecekmiş gibi hışımla yürüyen insanların arasında bulunca yine kendini, tekrar dönüp var bir hikmeti değil mi bugünü de görmemin dedi sessizce kendi kendine. Ne önünden geçen - hani garip giyimli, sanırsa gazetede gördüğü ve okunuşunu bilemediği ama yazılışından emin olduğu rapçı ufaklıklardan dı bu - şu insan yavrusu, duymuştu sesini, ne de bir elinde ufak çocuğu herhalde annesinin evine ziyarete gitmekte olan 30'larının ortasındaki hanım kız duymuştu. Ama olsun o adeta hafif sıçramakla, yavaş yürümek arası; ağır aksak hareketleri ile 85 yıllık yaşanmışlığını aklında tartmaya çalışarak, her gün yaptığı gibi oğlunu ve eşini ziyaret etmek için Zincirlikuyu mezarlığı yönünde adımlarını uzatmaya devam etti.

İşte bu diğer günlerde yaptığı yürüyüşlerden birinde bir şirketin yangın merdiveninde onu izleyen henüz 23'üne basmış, uzun boylu, hayatı bildiğini sanan ama ziyadesiyle eminiz ki hiçbir şey görmemiş genç, sigarasının ortasına gelmiştiki, caddeyi ancak ayakta dururken seçebildiği iki arşınlık aralıktan dışarıda yürüyen adamı gördü. Siyah fötr şapkası ve haki paltosu içerisinde, ağır yürüyüşü gencin ilgisini çekti ve dönüp karşısındaki arkadaşına baksana dedi, ne insanlar var görüyor musun? Kocaman dünyanın, minicik İstanbul'unda takribi 800 metre uzaktan gördüğü yaşlı adamı parmağının ucuyla göstererek. Minicik İstanbul'un 30 milyon insanından biri bu adam diye devam etti sözlerine. Kimdir, nerede yaşar, nasıl giyinir, bakanı var mı, ne yer, ne içer acaba? Soruları kısa ama cevapları da bir o kadar uzundu aslında siyah fötr şapkalı, haki paltolu yavaş yavaş yürüyen adam için ya da tam tersi. Belki sigarası bitmeye yüz tutmuş genç bilseydi ki, fötr şapkalı bu yaşlı adamın oğlu bundan 25 sene önce gövdesini siper edipte kurtarmasaydı babasını belki hiç bu dünyaya gelemeyecekti bile; gidip tanışır, konuşur hatta belki evinde ziyaret ederdi onu. Değerdi de...

Gencin baktığı aralıktan yaşlı adam takribi kırk adım sonra kaybolunca, dönüp yanındaki arkadaşına vardır bir hikmeti dedi sessizce. Çünkü sigarasının son dumanları çıkıyordu bir yandan boğazından. Geçti içeriye soğuktan hafif titreyerek ısınma ve yarım kalmış işlerini tamamlama ümidiyle.

Bu esnada haki paltolu siyah fötr şapkalı yaşlı adam yavaş yavaş yürüyordu... Oğlunu ve eşini belki bu sefer sonsuza kadar görmeye...