23 Nisan 2012 Pazartesi

Kar da Yavaş Yavaş Yağıyordu İstanbul'un Üzerine...


Bir başka İstanbul sabahına daha açtı gözlerini. Hava soğuk muydu her zamankinden ya da üzeri mi açılmıştı uyurken? Çözmeye çalışıyordu... Yatağın üstünde doğrulurken bacaklarını yere değecek şekilde aşağı sarkıtı verdi bir anda. Günümüz öğretmenlerinde pek rastlanmayacak, adeta işçi elleri gibi görünen iri elleri ile dizlerini ovuşturmaya başladı. "Kahvaltı vakti" diye mırıldandı yavaştan. İki adımda yatak odasını geçip emektar çaydanlığına kavuştu. Hala bıraktığı yerdeydi. Keyifle çaydanlığa çeşme suyunu doldurup, ocağın üstüne yerleştirdi. İki kaşık Rize çayını da demliğe attıktan sonra salona doğru geçti...

Masanın kenarına gelip perdeyi araladığında düştüğü ikilemden anında sıyrıldı: hava soğuktu! Belliki geceden beri sökün eden kar, İstanbul'un üzerine çöküvermişti. Mavi gözlerini kırpıştırarak sokağı inceledi. Karşıdaki binaların bahçelerindeki bodur çam ağaçları, üzerlerindeki karın ağırlığı ile başlarını yere değdiriyorlardı. Kara alıştıktan sonra ilk dikkatini çeken dışarılarda kimseciklerin olmayışıydı. Daldı...

Mavi beresi, beyaz atkısı ile koşuşan bir çocuk. Onu kovalayan bir adam. Eski zamanlardan... Çok eski zamanlardan...

Kar yağan pencerenin önüne geri geldiğinde, kaynayan su buharının kokusunu hissetti. Hızla kalkıp dünkü gazetenin bir parçasını kopardı. İki üç harekette baş parmağı büyüklüğünde bir huni yapıp, mutfağa geçti. Kaynayan su, mutfak camını buharla kaplamıştı. Isınan camın kenarına iki kumru tünemişti. İkisi de içeridekinden habersiz birbirleriyle sohbetteydiler... Demlik sıcak suyla dolarken su buharının kokusu yerini taptaze çay kokusuna bıraktı. Derin derin nefes alırken, bir yandan da buz dolabında yumurta olup olmadığını merak etti. Ne de olsa dışarı çıkıp yumurta almak onun için adeta İkinci Cihan Harbi'nin en sıkı cephesinde savaşmak kadar zordu. Merakla araladığı emektar dolabın kapısındaki rafta iki beyaz yumurtayı görünce, şeker verilmiş çocuk gibi gülümsedi. Yumurtaları haşlamak için ufak tenceresini de suyla doldurup, yumurtaları içine atarak ocağın üzerine yerleştirdi. Tam üç dakikası vardı şimdi. Üç dakikaya kadar yumurtalar tam istediği kıvama gelecekti. Çayda, ilk yumurtayı bitirene kadar demini alırdı. Tecrübeyle sabitti bunlar. Çoğunun dikkat etmediği bu anlar, onun için rutinden çok, hayatın ta kendisiydi.

Hemen yatak odasına doğru yürüdü. Hızla baş ucundaki kitabını aldı. Yaşar Kemal'in Bir Ada Hikayesi. Damağında tadı kalmış anları, tekrar yaşayamamaktansa en azından kitaplarda okuyarak aklında canlandırmak onu mutlu ediyordu. Adımlarını sıklaştırarak mutfağa geri döndü. Hazmı ona rahat gelen bayat ekmekleri poşetiyle birlikte bileğine geçirip, diğer eline de dolaptan beyaz peynirini alarak salona doğru yollandı. Elindekilere masaya bıraktı ve geçen üç dakikanın içerisinde tam istediği şekilde piştiğinden emin olduğu yumurtalarını da mutfağa giderek aldı.

Artık kahvaltısına başlayabilirdi. Tereyağlı ekmeğinden ilk yudumunu aldığında gölgeler üşüştü üzerine. Kendisi kahvaltı masasında olsa da ruhu çok eskilere gitmişti.


O kahvaltı masasından geçmişin tozlu yıllarına doğru hatıralarında bir seyahata çıkmışken, bundan habersiz milyonların, farkında olmadan tükettikleri hayatları akmaya devam ediyor, kar da yavaş yavaş yağıyordu İstanbul'un üzerine...

Hiç yorum yok: