5 Aralık 2009 Cumartesi

Kasım Sonu, Aralık Başı

Schopenhauer var olmanın yararsız olduğunu zaman akışını algılayışımıza bağlamaktadır. Genel anlamda kişiler ilgilendikleri, üzerinde zaman harcadıkları şeylerden keyif almaktalarsa hem çok daha fazla vakit geçirip hem de geçen vakti algılamakta yanılabilirler. Aynı şekilde sıkıldıkları, ilgilerini çekmeyen şeylerle de göreceli daha az vakit harcıyor olsalar bile geçen her saniyeyi hissetme kapasitesine sahiptirler.

Özellikle bu fikri tecrübe etmekte olduğum son iki haftadan sonra artık var oluşumu hafifletecek aktivitelere yönlenmiş bulunuyorum. Kasım ayında okumaya başlamış olduğum Tom Robbins'e ait Parfümün Dansı son çeyreğine gelmiş durumda.

Ama asıl anlatmak istediğim PS3 için özel olarak hazırlanmış olan Uncharted 2: Among Thieves. Oyunun oynanış yapısı, silah efektlerinin tokluğu, atmosferi ve hikayesi gerçekten oyuncuyu kendine bağlamakta. Tek kişilik senaryo modu herkesi mutlu edecek kadar uzun. Oyunun başlangıcında bulunduğunuz duruma nasıl geldiğinizi öğrenene kadar yaklaşık 15 bölüm oynuyorsunuz. Bir nevi flashback gibi oluyor bu. Ama tam ahanda oyun bu kadarmış derken anlıyorsunuzki daha oyunun yarısı bile bitmemiş. Hikayenin başlarında Marco Polo'ya ait olan bir şamdanı İstanbul Topkapı Sarayı'ndan çalıyorsunuz. Üzerine saraydaki Jandarma'ların hepsi şopar kıvamında kahverengi derili ve replikleride sanki bir memur havasında: "Abi bu akşam görevleride canımı çok sıkıyor, hiç birşey olmuyor geceleri, eve gitsekde uyusak". Bu kısa replikten sonra arkadaşların sonları rutin olarak kafaya inen silah kabzası ile getiriliyor :)

Kitapta çok akıcı. Tom Robbins'in stilini Clive Barker'a benzettim. Ama aralarındaki tek fark Barker'ın yüksek dozda gerilimi sos halinde sayfalara yayması sanırım. Hem kitabı hem oyunu tavsiye ederim. Pişman olmazsınız :)

------Kaptanın Seyir Defterine Ek :)

Bu arada Katatonia, Cloud Cult, Opeth, The Tea Party, Breaking Benjamin beşlisi ile tanıştım. Şu anda da Katatonia'dan "Elohim Meth" isimli parça duvarlara çarpmakta odamda. Gerçekten dinlenmesi gereken gruplar. Özellikle The Tea Party güruhunun ilk çıkarmış olduğu Alhambra isimli albümü, albümdeki "Inanna, Grand Bazaar, Silence" şarkılarını dinlemeden geçmeyin. Breaking Benjamin ise Seether'a çok benzeyen bir alternatif rock grubu. Tüm albümlerindeki şarkıları dinlemiş olarak sizlere özellikle "Dance With The Devil" - ki şu anda açtım :) - ve "Diary of Jane" parçalarını tavsiye ederim. Cloud Cult beşli içindeki en hafif grup olmakla beraber wikipedia amcanın söylediğine göre - ben onun yalancısıyım - deneysel indie rock grubuymuşlar. Indie yaptıkları ortada. Ama adamların farkları mutlaka her parçalarının başında keman, piyano ya da klasik gitar solo ile yaklaşık üç dakika geçirmeleri ve ardından gerçekten güzel sözler eşliğinde şarkıyı tutturmaları. Feel Good Ghosts albümlerinden "When Water Comes to Life" isimli parçalarını dinlemenizi, etrafınızdakilerede dinletmenizi öneririm. Zaten girişten kemanın sesini duyan etrafınıza gelecektir...

Beşlinin son üyesi Opeth ise benim tanıtmama gerek olmayan gruplardan. Metal dinlemekteyseniz isimlerini ve şarkılarını bir yerlerden duymuşsunuzdur. Ben kendilerini bir yanlış anlama nedeniyle Nightwish ile karıştırmaktayken sonunda asıl yaptıkları müziği dinleyerek tanıştım. Neysem, onlardan da örnekler isterseniz öncelikle Black Waterpark'tan "Patterns in the Ivy" ile başlayın, Morningrise'dan "to bid you farewell"e geçin, Orchid'den "Apostle in Triumph"u mutlaka dinleyin -parçanın girişi süper :) - aynı albümde "Silhouette"yi de dinlemeden geçmeyin, Still Life albümünden de "Face of Melinda"ya bir kulak verin. Artık ne diyeyim gerisi size kalmış :)

------Işınlayabilirsin Scotty :)

Hiç yorum yok: